//
you're reading...
cr/theory, deneme, ideology, marxism, power, praxis

İktidarın Mimar-Öznesinden Devrimci Siyasi-Özneye: Yaratıcılık Miti, Burjuva İdeolojisi ve Devlet Aygıtları – Kısa Değinmeler…*

women_monochrome_faces_portraits_desktop_2972x2548_hd-wallpaper-1182095

Uzunca bir süredir üzerine kafa yorduğum bir meseleyi yineleyerek tartışmaya başlamak isterim: 1950’ler sonrası şekillenmeye başlayan ve fakat gerçek anlamda kırılma noktasını 1980’lerde yaşayan yeni iktisadi düzen, post-endüstriyel üretim rejimi sürecinde, “mimar-özne” hangi güdüler ve yöntemlerle biçimlendi; daha da ötesi, mimar-özne ile işvereni – devlet ya da burjuva sermayedar patronaj – arasındaki bağ nasıl kuruldu/örüldü? Bu noktada, tartışmayı ikinci bir soruyla zenginleştirmek iyi olabilir: bu süreç içinde mimar-özne, yeni kimlikler ve kapasiteler ihtiva edecek yapısal bir değişikliğe maruz kalmış olabilir; eğer öyleyse, mimar ne tür bir siyasi özneye dönüştü/dönüştürüldü.[1] Sorularımın kolaycılığa kaçan bir izlek içermediği aşikar; Deleuze’ün sözleriyle, homo-politicus sıfatına haiz bireyin, bir diğer beşeri varlıkla diyaloğa girdiği sürece siyasi bir üretimin de etkin bir bileşeni olacağını; kısacası, siyasi bir özneye dönüşeceğini biliyoruz. Bütün bunlara karşın, son kertede amaçladığım şeyin, “nasıl bir siyasi özne” tahayyülü olduğunu belirtmeliyim; bir diğer deyişle, ‘ne olduğu’ sorusundan çok, ‘ne olması gerektiğine’ ilişkin beklentilerin sorularımı biçimlendirdiğini ekleyerek, meselenin özüne dönmek isterim– bu sorunsala ilerleyen satırlarda bir kez daha değinmek kaydıyla.

Yakın dönem mimarlık kuramını zenginleştiren Peggy Deamer, “The Architect as a Worker” [Bir İşçi/emekçi olarak Mimar] başlıklı kitabında, “immaterial labor” [“cismani olmayan emek” olarak da çevrilebilir] kavramı aracılığıyla, mimar dediğimiz şahsiyeti tarihsel bir kesit içinde, özellikle Aydınlanma dönemi sonrası ve endüstriyel devrim sürecinde okumaya, anlamlandırmaya çalışır: Bulguları ve tabii ki iddiası, sol gelenekten kopmayan düşünür ve emekçi kitle için ziyadesiyle memnuniyet vericidir; O’na göre mimar bir işçidir.[2] Ancak bunu, Ortodoks Marksist bir yorumun ötesine taşıma arzusuyla da, salt iş/ürün/emek kavramı üzerinden değil, hepimizin aşına olduğu lakin arka planını sorgulamaktan imtina ettiğimiz “yaratıcı” iş/ürün/emek üzerinden yapar ve nihayetinde tartışmasını özgün bir noktada renklendirmeyi becerir. Eninde sonunda, mimar dediğimiz şahsiyetin “yaratıcı” bir birey olduğuna dair ki kabulümüz sonsuzdur ve genlerimize kadar işleyen yaratıcı mimar, yaratan özne şiarıyla pratiğimizi ve söylemimizi kurmaktan geri durmayız. Bütün bu kodlara karşın Deamer, ezber bozan bir biçimde yaratıcı iş/ürün/emek kavramının kapitalist kökenini çözmeye ve görünür kılmaya çalışarak,  gerçekte bu kabulün tarihsel koşullarla oluşmuş bir tür sosyal çatkılama olduğunu yüzümüze vurur ve günümüze değin süregelen kültürel kodları, bu kodları meşru bir zemine taşıyan pratik ve söylemleri başarıyla aktarır.

Gerçekte yaratıcı iş/ürün/emek tarihselliği olan bir kavramdır; bir zanaatkar addedilen ve dahi pratikleri o tür bir arz-talep dengesi, toplumsal mutabakat içinde kabul gören mimar-özne, özellikle endüstriyel devrim sürecinde, kapitalist aklın ve örüntünün talep ettiği, arzuladığı bir biçimde, yeniden kendisini tanımlamaya ve fakat bunu yaparken de sınıfsal anlamda zanaatkardan ayrıştırmaya başlar – bu ayrışmanın geri planında işin/iş-gücü bölüşümünün [division of labor] olduğunun ayırdında olmak gerekir. Mimar-özne artık salt yapan, üreten değil, yaratıcı zihinsel bir faaliyeti sürdürme, imgelemlerini temsil edebilme yetkinliği ve becerisine haiz, neredeyse kıymeti kendinden menkul bir özneye evrilir. Alameti farikası yaratma, yani yoktan var etme; kısacası diğerlerinde/ötekilerde olgunlaşmayan bir tahayyül edebilme yetkinliğidir. Bu süreçte ayrışmanın mimarı burjuva özneye dönüştürdüğünü; sonuçta ise, bir tür beyaz yakalı sınıfsal aidiyetin kurulduğunu görmek gerekir. Bu vesileyle, yeni imtiyazların önü açılmakta, hatırı sayılır bir sınıfsal formasyonun öznesi konumuna yükseltilmektedir – öte yandan bunun, sınıfsal tahkim süreci olduğunu, sınıfsal ayrışma ve nihayetinde çatışmanın meşru bir zemine kaydırılmasını içerdiğini de eklemek isterim. Tüm bu bulguların ışığında, dolayısıyla bizim için geçerli olan soruların – mimar-özne kimdir ve gerçekte siyasi bir özne midir? – başka bir mecraya evirildiğini belirtmeliyim: kısacası mimar-özne kendisine atfedilen, hadi adını koyalım, kapitalist örüntü ile bahşedilen kimi sıfatlardan azade bir pratiği örgütleyebilecek kapasiteye haiz midir; yoksa hapsedildiği sınıfsal formasyonun kodları ile hareket edip, pratiğini bu minvalde mi örgütleyecektir?

Hepimizin malumudur; entelektüel emeğin günümüzde kaçınılmaz olarak bir karşılığı vardır ve kullanım değerinin talep ettiği takas sisteminin değil de, değişim değerine yaslanan pazar ekonomisinin bağlayıcı kodlarıyla hareket edildiği için, sözü edilen karşılık nihayetinde bir “ücrete” denk düşer – bu noktada bizlerin, istesek de istemesek de, ücretli bir işçi [wage-laborer] olduğumuz aşikar. Dile pelesenk olduğunu kabul etmekle birlikte, mimarın, endüstriyel kapitalizmle artizanal üretimden görece koptuğu ve adeta montaj hattında [assembly line] çalışan mavi yakalı bir işçi gibi/kadar emek gücünü sattığını iddia edebiliriz – ancak burada öncelikli sorunun, emek gücünün kime satıldığı üzerine olduğunu belirtmekle yükümlüyüz. Eğer emek gücü zamana bağıl bir biçimde ücretlendiriliyor ve satılabiliyorsa, zihinsel faaliyetin, tahayyül edilen her ne ise, eninde sonunda pazar ekonomisinde değişime sokulduğu, ücretlendirildiği, satın alındığı ve nihayetinde fikrin, bir mal/mülke dönüştüğü rahatlıkla görülecektir [commodity]. Bu basit izlek bile bize, zihinsel üretimin gerçekte “özgür” olmadığını, kapitalist sistemin örüntüsel mantığı içinde adeta bir mal/mülk addedildiğini; dolayısıyla, yaratıcı zihinsel faaliyetle onurlandırılan mimar-öznenin siyasi bir özneye dönüşüm sürecinin burjuva sınıfsallığı ile açıklanabileceğini göstermektedir. Kıssadan hisse, tam da bu noktada sorulması gereken sorunun emeği nasıl özgürleştirebileceğimiz üzerine yoğunlaşarak, siyaset alanımızı daraltan değil, tam tersine açan bir biçimde yapılandırılmasında yarar bulunmaktadır. Batı merkezli eleştirel teorinin bize öğrettiği biçimiyle, örneğin pazar ekonomisinin temel aldığı değişim değerini değil de, kullanım değerini öncüleyen bir pratiği tartışmaya açabilir miyiz? Ya da Marks’ın ısrarla söylediği biçimiyle, “üretim ilişkileri ve gücünün” özünü teşkil eden özel mülkiyet ve kapitalist mülkiyet ilişkilerini yerle yeksan edecek yeni mülkiyet ilişkilerinin pratikleri mevcut mudur? Eğer söylediklerimizi daha da özelleştirerek mesleğimize odaklarsak; zihni faaliyetin sürecini ve nihayetinde son ürünü metalaşmaktan kurtaracak mimari pratikleri nasıl örgütleyebilir/yapabiliriz?

Kapitalist toplumsal örgütlenmeye teşne olan bir siyasanın, ne denli özgürleştirici pratikleri işlevsel kılacağı burada sorgulanmalıdır. Örneğin, mekan aracılığıyla  soyut bir düzleme taşınan “değer” meselesini, tasarlanan mülkiyet ilişkileri aracılığıyla meşru kılan bütün pratiklerin, eninde sonunda, kapitalizmin sürekliliğini sağlayan girişimler olduğunun bilinmesi gerekir. Dolayısıyla, pratiklerimiz başka bir siyasi mecraya yöneltilmelidir: bir diğer deyişle, hem iktidarın hem de kapitalist üretim biçiminin hegemonyasını kırıcı ütopyalara ve bu ütopyaları gündelik hayata indirgeyecek stratejilere gereksinim var. Bunun köktenci ve biraz da cesur bir beklenti olduğunu burada belirtelim; burada birincil ödev, mülkiyet ilişkilerinin kapitalist üretim rejiminin sürdürülebilirliğindeki etkin rolünün kavranması ve gündelik hayatın, toplumsal dönüşümle doğrudan ilintili olduğunun teyit edilmesidir. İşte tam bu noktada pratiklerimizin, merkeze ve/veya yerele yerleşik iktidardan koparılarak, denetim altına alınması gerekir – ancak bu, öncelikle mülkiyet ilişkilerinin denetimini zorunlu kılar. Öte yandan, burada talep edilen şey salt mevcut durumun tariflenmesinden öte, neyin olanaklı olduğunun ortaya konulması ve ileriye yönelik tasarılar aracılığıyla, mülkiyet ilişkilerinin, bir anlamda, ters yüz edilmesi üzerinedir. Buna ek olarak, kapitalist iktisadın temel ilke ve kanunlarını nirengi noktası kabul eden yönetimsel yapıların ve yönetim anlayışlarının da sorgulanması iyi olacaktır. Kapitalist iktisat, “iktidar seviciliğini” koşulsuz kabul eden yönetici sınıfına da meşruiyet kazandıran bir niteliği barındırır– sanırım bu noktada, mimar-özne ve patronaj ilişkisine dair kelam etmiş oluyoruz.

Yukarıda zikrettiklerimin bir anlamda retorik meseleler ihtiva ettiğinin farkındalığı ile ilerlemekte yarar var; öte yandan, yakın dönem tarihimiz yukarıda arzuladığım pratiklerin kısmen de olsa mümkün olduğunu, en azından kısıtlı koşullar altında bile denendiğini söylüyor[3]: Sovyet deneyimi, özellikle 1924’e kadar süregelen kısa ama üretken Lenin Dönemi, bir tür özgürleşme hareketi olarak görülebilir – bununla birlikte, Marksçı bir historiyografik tartışma başlatarak, amacımın Venedik Okulu’nun ünlü kuramcısı Tafuri’ye göz kırpmak olmadığını da belirtmek isterim.[4] Özellikle Marks’ın idealist sosyalist toplum tahayyüllerini sonuna kadar farklı eksenlerde arayan, öncü isimlerden – örneğin, Robert Owen, Charles Fouirer, Edward Bellamy, William Morris – hareket eden kimi ütopyacı, bireysel ya da kolektif girişimleri, hareketleri anmak yerinde olacaktır; mimarlık tarih yazımında sıklıkla zikredilen tekil örnekleri ve avant-garde isimleri sıralamıyorum bile.[5] Gerçekte Tafuri’nin de uzun uzadıya tartışmaktan geri kalmadığı bu döneme ilişkin ciddi bir külliyatın olduğunu, bu dönemsel hareketin sadece Sovyet coğrafyasını değil Kıta Avrupa’sını da etkilediğini ve özetle eleştirel tarih yazımında yerini aldığını biliyoruz.[6] Dolayısıyla, bu noktada ayrıntıya girmeye gerek görmüyorum; ancak zihni faaliyeti metalaşmaktan kurtaracak girişimin, öncelikle pazar ilişkilerinin bize direttiği pratiklerden ve kültürel kodlardan kurtulmasıyla mümkün olabileceğini yinelemeliyim; üretimi saat başı ücretlendirerek, cismani olmayan emeği değişim değeriyle denkleşmeye çalışan örüntüden arınmak, olmazsa olmaz bir koşul olarak karşımızda duruyor. Belki de Marks’ın sözleriyle, devrim vasıtasıyla dünyayı değiştirecek eylemin, felsefi olduğu kadar ideolojik bir programı da içermesi ve özgür öznelerin sınıfsal bilinçle hareket etmesi ön-şart; kapitalist sistemin, kendi içsel çelişkilerine rağmen biteviye talep ettiği “yabancılaşmış emek gücünü” bir tür farkındalık ile ters-yüz etmemiz bekleniyor – ama nasıl?

1970’li yılların sonunda, Manfredo Tafuri mimarlığın kendi epistemik çerçevesinden hareketle mevcut kapitalist düzen ve siyasa içinde alternatif pratikler üretemeyeceğini söyleyerek, yukarıda değindiğim türden özgürleştirici hareketlerin boşa düşürüldüğünü iddia eder – Tafuri’nin mimarlık pratiğine dair çizdiği bu negatif perspektifin, Althusser tarafından yine aynı dönemde dile getirilen “görece-özerk” [relative and/or semi-autonomy] tartışmasına da mimarlık cephesinden son noktayı koyan önemli bir girişim olduğu rahatlıkla eklenebilir. Öte yandan, amacımız Tafuri’yi tamamen reddetmek olmasa da, ajan-yapı [agency-structure] ikililiğine farklı bir teoriyle katkıda bulunan Althusser’i yeniden ve fakat bu kez dikkatle okumak:[7] özellikle, yakın dönem mimarlık kuramcılarının izinde, ki bunlara Hays,[8] Aurelli[9] ve nihayetinde Deamer’ı[10] da koyabiliriz, ilerleyerek olası görece özerk alt-sistemlerde mevcut durumu farklı deneyimleyecek kapasitenin oluşup oluşamadığını görmek. Üretim güçleri ve ilişkisini ihtiva eden ekonomik yapı [mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri, sınıfsal formasyon ve çelişkisi…] ile üretimin sosyal ilişkilerini içeren üst-yapı [devlet, kültür, kurumlar, siyasi güç ve yapılar, roller, ritüeller, ideoloji…] arasındaki ilişkiyi determinist, doğrusal ve tek yönlü okuyan Ortodoks Marksist yorumlardan azade; ekonomik yapı ve üst-yapı arasında bahsi geçen ilişkiselliği diyalektik bir okumaya eviren bir Althusserci teorinin, yukarıda zikrettiğim türden özgürleştirici bir nüveyi içermesi olası: Bu yöntemle, alt-sistemlerin kendi arzu ve beklentilerini artikele edebilecek enstrümanlar geliştirebileceğini iddia edebiliriz; bu tür enstrümanların ise, büyük sistemik yapıyı bozacak ya da en azından kısmen ve zamansal bir biçimde rahatsız edecek bir tür kapasiteyi ihtiva edebilmesi mümkün duruyor. Mimarlık pratiği açısından da ana-akım mimarlık üretim rejimine yeri geldiğinde kafa tutacak yeni yollar, arayışların olabileceğine dair umutlarımızın yeşermesi, dolayısıyla her daim mümkün.

Deamer’in sözleriyle son sözümüzü söylememiz gerekirse; “özgürleştirici bir mimarlığın teorisi yapılabilir mi?” Temel sorun, mimari pratiğin ne anlama geldiğini gereğinden fazla sorgulamadan – ki bunlar, tasarım, yapım, entelektüel emek, örgütlenme olabilir – yol almak ve özgürleştirici bir siyasetle izlek oluşturmak gibi görünüyor. Ancak tam da bu noktada, önemli bir sorunsalı içselleştirerek ilerlemeliyiz; mimar-öznenin sonuçta bir “işçi” olduğunun farkındalığı önemli bir adım ve eninde sonunda, sınıfsal bir durumla baş-başa kaldığımızı idrak etmek zorundayız – son kertede, el ve entelektüel emek arasında fark olmadığını kabul etmekle yükümlüyüz. Nihayetinde mimar-özne mevcut bir üretim ilişkisinin parçası; dolayısıyla, salt tüketim kodları, kültürü ve pratikleri üzerinden mimari pratiği anlamlandırabilmemiz olası durmuyor. Aydınlanma akıl yoluyla yukarıda bahsi geçen yarı-özerk alanların yaratılmasındaki itici güç oldu; ancak biliyoruz ki, hem özgürleşmenin hem de kapitalist üretim sürecinin ekmeğine yağ süren de aynı akıldı. Dolayısıyla, bizi enstrümantal akıldan eleştirel akla yönelten, bir başka söylemle akıl yürütmenin de eleştirisini yapan farklı yollara, yordamlara gereksinimimiz olabilir: direnme ve dolayısıyla mevzi kazanabilmenin de habercisi olabilecek eleştirel akla, belki de her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyoruz – bu tür bir akıl yürütmenin mimar-özneyi arzuladığımız türden siyasi bir özneye dönüştürebilmesi ise çok uzak değil.

Tam da bu noktada, en başta kaleme aldığım girizgahı bir kez daha ancak başka sözcüklerle yineleyerek, mimar-öznenin velinimetine, yani devlete, işverene, patrona, karşı duyduğu içsel ve fakat çelişkisel “sahip-köle” çelişkisine dair son sözümü söylemek isterim – Zizek’in bildik kitabına, The Sublime Object of Ideology [İdeolojinin Yüce Nesnesi] göz kırparak.[11] İktidar, bir yapı, kurum ya da siyasi öznenin doğrudan temsiliyeti olarak tezahür etmez; mimar-özne ve iktidar arasında süregelen ilişki, gerçekte farklı vasıtaları kullanır. Dolayısıyla, yapılması gereken bu ilişkiler ağının soy kütüğünü yazmak olmalıdır; her tür ilişki toplumsal mutabakatla oluşmuş genel normlara karşılık gelir. Ancak, normların ne olduğunun ötesinde, normları üreten mutabakatın süreç ve yöntemlerinin sorgulanması, öncelikli olarak soy kütüğün yazımı açısından önemlidir. Hiç şüphesiz ki bu, siyasi bir okumadır ve böylesi bir okuma tekil erk sahiplerini değil, ilişki biçimlerini toplumsal bir uzlaşıymışçasına kodlayan, tarihselliği olan üretim biçimlerini sorumlu tutar. Mimar-özne ve iktidar arasındaki ilişki, farklı soruları da beraberinde getirecektir; ancak bunların içinde belki de en dikkat çekeni, ilişkiyi kuran ‘şeylerin’ nesnelliğiyle ilgilidir. Bu soru, ideolojik bağlama işaret eder; hiç şüphesiz ki, her ideoloji bir “norm” demektir ve daha da ötesi, norm, düzen koyucu bir niteliği içermesi nedeniyle, toplumsal ve bireysel ölçekte her tür özneyi disipline eden kurallar silsilesini de içermektedir. İşte tam da bu noktada, mimar-özne ve iktidarın ilişkisinin nesnelliği üzerine bir söz söylemek, afaki bir çıkarsamadan öteye geçemeyecektir; yaşamın tüm yetkisini, kıymeti kendinden menkul meşruiyet araçlarıyla hak gören bu tür bir iktidarın, nasıl bir nesnellik üzerinden hareket edeceği önceden kestirilemeyecektir. Eğer, iktidarca normalleştirilmiş öznenin izdüşümünü, mekan dahil her tür mecrada okuyabilmek olasıdır diye iddia ediyorsak; mimar-özne ve iktidar ilişkisini, özellikle kapitalist örüntü içinde tartışmakla yükümlüyüz.

Yukarıda zikredilen tanımlara uygun düşecek özgürleştirici bir mimari pratik nasıl tasarlanmalıdır? Öncelikle, tasarımcının aşırı öznel, “benci” dünyasından sıyrılmasını talep eden, bakma biçimleri örgütlenmelidir: mimar-özne, yaratıcı olandan üretici olana, tekil ve öznel olandan etkileşime açık bir sosyal aktöre dönüşmeli, mimari nesne ise sanat eserinden ziyade üretim süreci ve ilişkilerine taşınmalıdır. Bütün kesin yargılara karşın son kertede, “hala sosyal ve siyasi angajmanı olan mimari bir pratik günümüzde olası mıdır”, diye ikinci sorumuzu yöneltebiliriz; ancak sorunun yanıtı her ne olursa olsun, geçerli olan ilksel konu, mimar-özne, kullanıcı, üretici, karar verici, sermayedar, siyasal ya da mesleki örgüt, kurumsal yapı, devlet, vb. farklı kimlik formlarının niteliksel, dönüşümü ve temsiliyetleridir. Daha da ötesi, sosyal aktörler arasındaki, gizil veya değil, iktidara paydaş olabilmek adına yürütülen ilişkiler ile, iktidarın yeniden-üretimi amacıyla etkin kılınan algı ve ideolojik tercihlerin ne olduğu da tartışılmalıdır. Bütün bu sorulara ek olarak, özlem duyulan özgürleştirici pratiklerin mimari üretimin ahlaki bir boyut içerdiğine dair kabulleri es geçmemesi ve bireysel varsıllığı değil toplumcu bir gönenci merkezine yerleştirmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, mimarlığın nasıl işlerlik kazanacağı, toplumsal mutabakat ve teamüllere nasıl icazet vereceği beklentisi ise, yanıt beklemektedir: Bir tür ‘kahinliği’ de göreve çağıran “nasıl” sorusu, gelecek yıllarda sayısız mimarlıkları ve dahi yıldız-mimarları, bir nebze olsun meşru kılabilir; öte yandan, kimi ütopyacı fikirlerin bu tür öneri ve bu önerilerle özdeşleşmiş kahinleri de her daim sınamaya devam ettiği bilinmelidir. Üstelik egemene karşı durmayı bayrak edinen, sözü edilen özgürleştirici ütopyaların, mimarlığı ve sonuçta mimarı başka mecralara sevk eden toplumsal angajmanları hala hafızalarımızdayken.[12]

Notlar

*Arredamento Mimarlık Dergisinin Mart 2017 sayısında yer alan Dosya [Mimar ve Velinimeti…] için kaleme alınmıştır. Yazıya “online” erişim için: 307 ARMIM MART 2017 – DOSYA ISVEREN 70-80

[1] Doğrusunu söylemek gerekirse, yaklaşık 2000’den bu yana düzenli olarak ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde verdiğim “siyaset ve mekan” derslerimin tortusundan bahsediyorum: 2016-2017 güz döneminde de aynı minvalde ilerleyen ve fakat temelde 5 ayrı soruya yanıt vermeye çalışan bir tartışma ortamı kuruldu: sorulardan bir tanesinin de, “mimar-özne siyasi bir özne midir?” içeriği ile biçimlendirildiğini burada özellikle belirtmeliyim – bu süre zarfında üreyen tartışmaları izlemek için: https://gasmekan.wordpress.com

[2] Peggy Deamer, The Architect as a Worker; Immaterial Labor, the Creative Class, and the Politics of Design, Bloomsbury Academic: New York and London 2015.

[3] Selim O. Khan Magomedov, Pioneers of Soviet Architecture; the Search for New Solutions in the 1920s and 1930s, Rizzoli: New York, 1983.

[4] Manfredo Tafuri, Architecture and Utopia; Design and Capitalist Development, The MIT Press: Massachusetts, 1988.

[5] Kenneth Frampton, Modern Architecture: A Critical History, Thames and Hudson: New York and London, 2007.

[6] Manfredo Tafuri, The Syphere and the Labyrinth; Avant-Gardes and Architecture from Piranesi to the 1970s, The MIT Press: Massachusetts, 1990.

[7] Louis Althusser, On the Reproduction of Capitalism: Ideology and Ideological State Apparatuses, Verso: London and New York, 2014.

[8] Michael Hays, Architecture, Theory since 1968, The MIT Press: Massachusetts, 2000.

[9] Pier Vittorio Aurelli, The Project of Autonomy: Politics and Architecture Within and Against Capitalism, Columbia University: New York, 2008.

[10] Peggy Deamer, Architecture and Capitalism; 1845 to the Present, Routledge: London and New York, 2014.

[11] Slavoj Zizek, The Sublime Object of Ideology, Verso: London and New York, 2009.

[12] https://gasmekan.wordpress.com/2016/05/08/mutemadi-sorular-bildik-yanitlar-bugunun-turkiyesinde-mimarlik/

About gasmekan

http://archweb.metu.edu.tr/

Discussion

No comments yet.

Leave a comment

Monthly Taxonomy

Categories